Hat yalnızca yazı değil, mananın kendi bedenidir… Tuğba Akkavak, harfin felsefesi ile modern sanat arasındaki köprüyü yeniden kuruyor. Türk sanatında hat, yalnızca yazının estetiği değil; düşüncenin, inancın ve sessiz tefekkürün ifadesi olarak varlığını sürdürdü. Bu kadim geleneği çağdaş resmin kavramsal evreniyle yeniden buluşturan isimlerden biri de MESAM Yönetim Kurulu Üyemiz sanatçı ve akademisyen Tuğba Akkavak, “Hat Sanatının Çağdaş Türk Resmine Yansımaları” adlı eseriyle harfin justifikasyonunu, yalnızca form üzerinden değil, felsefi ve kültürel katmanlar üzerinden ele alıyor.
Araştırmanızı yaparken sizi en çok etkileyen dönem veya sanatçı kim oldu?
Araştırma boyunca beni en çok etkileyen dönem, Osmanlı’nın klasik hattat geleneğinin olgunlaştığı 16.–18. yüzyıllar oldu. Bu dönem, hattın hem estetik hem de düşünsel olarak en sofistike hâlini bulduğu, biçim ile mana arasında ince bir denge kurduğu zaman dilimidir. Bireysel olarak ise beni derinden etkileyen birkaç isim oldu; fakat eğer tek bir isim söylemek gerekirse, çağdaş sanatın dönemecinde yer alan Osman Hamdi Bey’i — öncü, cesur, çok yönlü duruşu, aydın kimliğiyle ve geleneksel estetik kodları Batı akademik diliyle eşleştirerek bir köprü kurduğu için — önemli bir figür olarak gösterebilirim. Osman Hamdi Bey’in yağlı boya resimlerinde vücut bulan modernleşme köprüsü, Arap harflerinin ruhunu latinizeye yönlendiren bir pusulaya dönüştürdüğünü de ortaya koyuyor. Kitabımdaki Osman Hamdi Bey’e ilişkin okumalar, hattın geleneksel ustalığını modern söylemle nasıl ilişkilendirdiğimi de açıklamaktadır.
Kitapta İbn-i Arabî’nin harf sembolizmine özel bir yer ayırıyorsunuz. Bu felsefi derinlik, sizin kişisel sanat anlayışınızı veya yorumunuzu nasıl etkiledi?
İbn-i Arabî’nin harf okumaları bana iki şeyi öğretti: Harflerin yalnızca biçim değil, aynı zamanda varoluşa dair anlam katmanları taşıdığı ve görsel bir işaretin ruhsal katmanlara açılan bir kapı olabileceği... Bu bakış, benim görsel pratiğimde harfi yalnızca estetik bir öğe olarak kullanmaktan öteye taşıdı — harf, resimde bir “mana ekseni” olarak işlev gördü. Dolayısıyla eserlerdeki tipografik kurgular, okunurluk ve okunamazlığın yarattığı boşluklar, İbn-i Arabî’nin ontolojik harf yaklaşımından beslenen bir strateji hâline geldi: Harf hem işaret hem sessizlik olabilir; hem bildiren hem de çağırandır. Bu dönemin metinleri ve ikincil literatür çalışmaları, harflerin kozmik, ontolojik ve manevî rollerine dair düşünme biçimimi doğrudan etkiledi. Arap alfabesinin hat sanatına dönüşen izini takip ederek harflerin birer simge değil, Arapça düşünülen bir nüzul ve varlık anlayışının taşıyıcısı olduğu tezinden hareket ediyorum. İbnü’l Arabî’nin harfleri, estetikle felsefenin kesiştiği bir inzal süreci bağlamında nasıl anlamlandırdığına da ışık tutuyor. Her harf varlıksal bir sır, her çizgi bir anlam taşırken, Cumhuriyet döneminde Latin alfabesine geçiş yeni bir zihniyeti beraberinde getiriyor.
Osman Hamdi Bey’in Doğu ve Batı arasında kurduğu köprüyü çağdaş sanatla ilişkilendiriyorsunuz. Sizce bugünün Türk sanatçısı bu sentezi nasıl yorumlamalı?
Bugünün sanatçısı için bu sentez, geçmişi kopyalamak değil — onu dönüştürüp yeniden soru sormak anlamına gelmeli. Osman Hamdi’nin yöntemi, bir geleneği göstergeleriyle birlikte alıp çağdaş bağlama yerleştirmekti. Şimdi ise sanatçılar, hem küresel görsel dillerle hem de yerel pratiklerle diyalog kurarken; teknik, malzeme ve kavramsal yaklaşımlarla bu köprüyü yeniden inşa edebilirler. Örneğin hattın ritmik hareketini dijital katmanlarla, performatif eylemlerle veya kentsel müdahalelerle birleştirmek; hem tarihsel sürekliliği hem de eleştirel yeniliği sağlayacaktır. Özetle: Sentez, köprüyü sabitlemek değil, köprüyü tekrar tekrar kurup sorgulamaktır. Bugünün sanatçısı geleneklerden beslenmelidir. “Lokal olmadan, global olunmaz.”
Hat sanatı günümüz dijital sanat ortamında nasıl bir evrim geçirebilir?
Dijital ortam, hat için hem araç hem alan sunuyor. Harfin vektörel modellenmesi, animasyonla ritminin görünür kılınması, algoritmik tipografiler, interaktif projelerde izleyicinin ‘okumasını’ zorlayan katmanlar oluşturmak mümkün. Ayrıca NFT ve dijital arşivleme tartışmaları içinde hat, korunma-kurgu ikilemiyle karşılaşacak: Geleneksel hassasiyetlerin (malzeme, fırça, kâğıt) dijital karşılıkları ve bunların anlam yükleri yeniden müzakere edilecek. Benim öngörüm: Hat, dijitalde daha fazla deneysel form kazanacak — hareket, ses, etkileşim aracılığıyla harflerin manevî ve estetik potansiyeli genişleyecek; ama bu evrim, geleneğin epistemolojisini (yani öğretim, ustalık ve anlam inşasını) dikkate almazsa yüzeysel kalır.
Burhan Doğançay gibi modern sanatçılar üzerinden hat sanatının çağdaş izdüşümlerini inceliyorsunuz. Sizce modern sanat ile tasavvuf estetiği arasında nasıl bir köprü kurulabilir?
Burhan Doğançay’ın sökük duvarlardan, kent dokusundan ve “yırtılmış” yüzeylerin derinliğinden hareketle ortaya koyduğu yaklaşım, hatın katmanlılığı ve iz/belirti estetiğiyle örtüşür. Tasavvuf estetiği, görünür ile görünmez, örtü ile yüzleşme, zâhir ile bâtın arasındaki gerilimi işler; modern sanat ise materyal ve yüzey üzerinden bu gerilimi görünür kılar. Köprü, ortak bir kavramda kurulabilir: “Zâhir-bâtın katmanlarını estetik olarak ifşa etme.” Modern teknikler (kolaj, yırtma, katmanlama, fotoğrafik müdahale), tasavvufî içeriği taşıyacak şekilde kullanıldığında — hat temsillerinin semantik derinliğiyle birleşince — yeni bir estetik sentez doğar. Burada önemlidir ki, tasavvufî kavramlar dekoratif öğe olarak değil, kavramsal merkezde tutulmalıdır.
Bu kadar derinlikli bir konuyu çalışmak hem teorik hem de duygusal olarak zordur. Araştırma sürecinizde sizi en çok zorlayan ama aynı zamanda en çok doyuran an neydi?
En çok zorlayan kısım, hem metinsel (tarihsel kaynaklar, eski hattat metinleri, felsefî eserler) hem de görsel malzeme (arkaik levhalar, modern resim örnekleri) arasında tutarlı bir okuma kurmaktı. Bir harfin tekil estetik varlığı ile onun kültürel, mistik ve teknik bağlamını aynı anda göstermek zahmetliydi. Ancak en doyurucu an, saha çalışmasında atölyelerde hattatlarla birebir konuşurken ve modern atölyelerde çağdaş ressamların atık/ deneme yüzeylerine rastlarken ortaya çıkan beklenmedik bağları gördüğüm anlardı. Bir hattatın fırça eğrisiyle çağdaş bir tuval yüzeyinde rastlanan bir iz arasında kurduğum bağlantıyı ilk kez net gördüğüm an, çalışmanın bütün sıkıntılarını unutturdu.
MESAM Yönetim Kurulu Üyesi olarak, hem sanatçı hem akademisyen kimliğinizin kurumsal kültüre nasıl katkı sunduğunu düşünüyorsunuz?
Kurumsal pozisyon, sahadaki deneyimi kurumsal tartışmalara taşıma imkânı verir: Sanatçının üretim gerçekliği, telif ve eğitim pratikleri, akademik argümanlarla birleştiğinde politika önerilerine dönüşebilir. Yönetim Kurulu üyesi olarak katkım, sahadaki uygulamaların telif politikalarına ve disiplinler arası projelere nasıl yansıyabileceğini akademik bir dille savunmak oldu. MESAM gibi meslek birlikleri, sanatçıların mâlî haklarını gözetmenin ötesinde, kültürel üretimin sürdürülebilirliğini destekleyebilir: Akademik araştırmalara destek sağlamak, disiplinler arası atölyeler ve yayınlar aracılığıyla geleneksel sanatların çağdaş üretimle buluşmasını teşvik etmek hayati önemdedir. Türkiye’de MESAM’ın uzun geçmişi ve telif alanındaki kurumsal rolü (1986’dan beri) bu tür destekleri somutlaştırma kapasitesi veriyor. Akademik üretimler, hem kültürel mirasın korunması hem de yeni yaratıcı ekonomik modellerin geliştirilmesi için kritiktir. Bu yüzden MESAM’ın akademik projelere destek vermesi, hem kültürel mirası canlı tutar hem de eser sahiplerinin haklarını yeni dijital/çok katmanlı ortamlarda güvenceye alır. Bu güzel röportaj için sizlere çok teşekkür ediyorum. Tüm MESAM ailesine sevgi ve saygılarımı sunuyorum...